
Füruzan’ın Berlin’in Nar Çiçeği romanı, bir kentin harabelerinden yükselen sessizlikle başlar. Berlin, savaşın ardından hem taş yığınlarına hem de suskunluğa gömülmüş bir şehirdir. Bu sessizliğin ortasında yaşayan Frau Elfriede Lemmer, yalnızca yaşlı bir kadın değil, kendi dilini ve dünyasını kaybetmiş bir insanın simgesidir. Artık kimse geçmişten söz etmez, kimse utançtan bahsetmez. Herkes unutarak yaşar. Füruzan’ın bu unutma hâlini anlattığı sayfalarda, savaşın geride bıraktığı harabeler sanki hâlâ dumanı tüten vicdanlardır.
Lemmer unutmayan insandır. Çünkü unutmamak, insan kalmanın son halidir. Oysa çevresindeki kalabalıklar unutmaya yemin etmiş gibidir. Çünkü hatırlamak, suç ortaklığıdır. Savaşın ardından yeni bir dil doğar: “yenilikler dili”. Bu dilin içinde hiçbir geçmiş yoktur; sadece “en yeni fikirler”, “en genç hisler”, “en son modeller” vardır. Füruzan, bu dili bir çeşit ruhsuzluk simgesi olarak kullanır.
Berlin’in Nar Çiçeği İnceleme
Eserde, sıklıkla Frau Lemmer’in hayatını anlatmak için geriye dönüş tekniği kullanılır ve Almanya’da savaş yıllarında yaşananlar aktarılır. Okur, yalnızca göçmenlerin ötekileştirilmelerini değil, aynı zamanda savaşın Almanya üzerindeki etkilerini de görür. Füruzan, bu geriye dönüşlerle okurunu Frau Lemmer’in gençlik yıllarına götürür, ardından yeniden yaşanan ana döndürerek hikâyeyi güçlendirir. Anlatı, üçüncü tekil şahıs tarafından aktarılır ve yer yer betimlemelere yer verilir.
Frau Elfriede Lemmer’ın yalnızlığı anlatılırken birden romanın yönü değişir ve başka bir sessizlik belirir: Almanya’ya çalışmak için gelen Türk göçmenlerin sessizliği. Bu sessizlik, utancın değil, dışlanmanın sessizliğidir. Göçmen işçiler, daha yola çıkarken adını yitirir. Bir zamanlar köyünde, kasabasında bir kimliği, bir sesi, bir hikâyesi varken Almanya’da yalnızca bir iş gücü oluverirler. Yurt, bir kelimeden ibaret kalır. Füruzan, bu kaybı anlatırken dili şiire yaklaştırır: göçmen işçi, artık ne tam geçmiştedir ne de bugün de.
Göçmenler, çalışmakla yaşamak arasındaki farkı unutur. Onların hayatı bir bekleyişe dönüşür: biraz para biriktirip geri dönmek umudu. Almanlar için de onlar birer konuktur; gerekeni yapıp geri gidecek konuklar. Oysa dönmek bir hayaldir. Füruzan, bu çelişkiyi yalnız toplumsal bir sorun olarak değil, ruhsal bir yara olarak gösterir. Göçmenlik, insanın kendisinden bile kopmasıdır.
Romanın asıl büyüsü ise, bu iki sessizliğin, Alman kadının ve Türk ailenin, birbirine değdiği yerde başlar. Frau Lemmer’in yıllardır içine gömüldüğü yalnızlık, yakınına taşınan göçmen aileyle çatlar. Lemmer’in kuşu Sarah’ın hastalanması bir kırılma noktası olur. İyileştirmesi için bir günlüğüne kuşunu Korkmaz ailesine veren Frau Lemmer, ilk gün tamamen kendisini sorgular. Yabancı bu insanlara neden güvendiğini, neden kuşunu onlara emanet ettiğini bir türlü anlayamaz. Fakat ailenin üçüncü çocuğu Ümmühan bebeği görünce bu Türk ailenin sıcaklığı ve konukseverliğine karşı koyamaz. Ümmühan’ı o kadar sever ki kendi torunuymuş gibi yaklaşır. Böylece zamanla iki farklı kültüre mensup bu insanlar arasında bir bağ oluşur. Hastalandığında kapısını çalan Korkmaz ailesidir, yardımına koşan, ona bakan. Türk konukseverliği, Türk dostluk bilinci ve sıcaklığı bu aile aracılığıyla Frau Lemmer’e yansır. Bir yanda ailelerinden, vatanlarından ayrı kalan ve hasret çeken bu aile “anne” figürü ile hayatlarını renklendirirken, diğer yandan evlatlarından ayrı kalan ve torunlarını bile göremeyen bir anne “evlat ve torun” sevgisini yaşamaya başlayarak hayata tutunmaya devam eder.
Füruzan’ın dünyasında öteki, korkulacak değil, tamamlanacak kişidir. Romanın sonunda Lemmer, göçmen ailenin içinde yavaş yavaş yeniden hissetmeye başlar. Savaşla yitirdiği geçmişini, sevgiyle geri çağırır. Ölmeden önce çocuklara kazak örerken, sanki kendine de bir yurt örmektedir. O kazak, iki dünyanın, yıkılmış Berlin ile Anadolu’nun, birbirine dolanmış ipliklerinden dokunur.
Ve sonunda Füruzan, bir cümleyle romanını mühürler:
“Bazen öyledir, insan insanın yurdudur.”
Bu cümle hem Lemmer’in hem de göçmen ailenin kurtuluşudur. Çünkü insan ne toprağa ne dile ne de sınıra bağımlıdır; insan, en çok başka bir insanın kalbinde yurt bulur. Berlin’in Nar Çiçeği, işte bu yurdu arayanların hikâyesini anlatır. Bir roman olmaktan çok, bir sığınaktır: kelimelerin, seslerin, dokunuşların birbirine yurt olduğu bir dünya…
İçimizdeki Şeytan İnceleme için tıklayın!
Hayat Sorgusu sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Yorum Yapın